19 Şubat 2018 Pazartesi

Müteverrim Ses


            Tanrı’nın bana bir cennet kucağı gibi açtığı yatakta, beyazlığından denizköpüklerini andıran şu sıcak yatakta, en azından bir senedir yatıyordum. Kırk senelik şu köhne vücudum için en umulmaz, en ince hastalığa tutuldu diyenler, bana yalnız Boğaz havasının iyi geleceğine inanmışlardı. Rumelihisarı’nın üzerinde kalan şu eve yerleştirilişim bana bakmakla yükümlü olanlar için zahmetli, benim içinse faydasız oldu. Haşa! Elbette buradan hazzetmedim demiyorum. Ufukta muhrik bir kızıllıkla süzülen Kanlıca’nın göğe birer elmiş gibi uzanan servilerinin ruha temasını hissetmemek için narin hassasiyetlerden yoksun olmak lazımdır. Yalnız, tecrübe etmiş olanlar iyi bilirler ki, en yüksek hassasiyetler en hasta vücutlarda tezahür eder. İşte, çürümeye yüz tutmuş vücutların taksiratı içindeki gençlik ateşini içememektir. Bu bedenlerin cehennemi, günden güne moraran parmaklarını ve çekilen tırnaklarını seyrederken içlerinden, hatta pek derinlerden yükselen “Ben hasta değilim, bak, hava ne latif, kuşlar ne güzel!” çığlıklarını dinlemektir. Benim içimde ise bir korodur, tükenmek bilmez bir fasıldır ki hiç susmuyordu!

Manastır vitraylarını andıran penceremden karşısını iyi görüyordum. Burada havalar hep güzeldir, bulutlar kapansa dahi çok kalmazlar. Sabahları pencereme kuşlar konar. Bu kuşlar her seferinde yekdiğerinden farklıdır. Her biri başka bir memleketten göç etmiş gibidir. Veremli çehremle alay edercesine neşeli, gürbüzce terennüm ederler. Bazen olur ki önümden Karadeniz’e seyahat eden birkaç şalopa geçer, bazen ise Haliç’e doğru sükûn içinde seyreden birkaç taka… Bunlara içimden hep el sallamak, tayfalarını çardakta sohbete ağırlamak gelir. Ne yazık, birkaç herifle sabaha kadar kadeh devirip muhabbet etmek ne mümkün? Eğer başımın ucuna bıraktıkları su bardağını devirmezsem o gün kendimi şanslı addederim. Oysa yegâne ömürlerini tuz, salamura ve köpükler içinde geçiren ve bundan meserret duyan şu yağız adamların anlatacak ne öyküleri, paylaşacak ne anıları vardır! Bilirim, hayatını maceradan maceraya atılarak geçirmiş böyle adamların tek ihtiyacı onları saatlerce, sesini hiç çıkarmadan dinleyecek ve kendilerine hayranlık besleyecek başka bir adamdır.

Bin üç yüz yirmi dokuz senesinin bir bahar günüydü. Her zaman olduğu gibi dar boğazdan geçen gemicikleri, tekneleri seyredip pencerenin bir kanadından içeriye dolan hafif Marmara yelini ciğerlerime akıtıyordum. En sonra ise, öğlene doğru, üzeri gülkurusu cibinlikli geniş bir tekneyi izliyordum. Haliç’ten yukarı doğru geliyordu. Bu sırada, uzun vakittir gerçekleşmemiş bir hadise cereyan etti. Tekne durgun suların üzerinde hafifçe sallanarak pruvasını buraya doğru döndürdü. “İçindeki bir hanımefendi olsa gerek!” diye düşündüm. Teknenin köşkün iskelesine yanaşması on dakikadan fazla sürmedi lakin bu on dakika bana bir ömür gibi geliyordu. Teknenin içinde kimin olduğunu görmek için başımı yataktan kaldırmaya çalıştım fakat yastıklardan sırtımdan kayıyor, misafirimin kim olduğunu bir türlü göremiyordum. Teknenin küreklerini çeken adamlar iskeleye aborda ettiklerinde koca bir halatı el incesine bağlayarak kıyıya fırlattılar. Köşkün çalışanlarından olan Mahmut Efendi’nin, fırlatılan halatı ermiş yaşına nispet edercesine bir atiklikle kapışı bahçedeki herkesi büyülemiş gibiydi, kahkahalar ve tebrikler havada uçuştu. Yalnız tekne iskeleye tamıyla yanaşmasıyla içinden hoş giyimli bir kadın inince herkesin suratını kesif bir soğukluk süpürdü. Bazı mürebbiyelerin penceremden bana doğru baktıklarını hissedebiliyordum. Ruhumu derin bir heyecan ve titreme kaplamıştı. Sıtmaya tutulmuş gibiydim. Yine de dingin kalmaya çalışarak gözlerimi kapadım ve kapımın çalınacağı vakti beklemeye koyuldum.

Kapının hafifçe çalınması birkaç dakikayı bulmadı. Meşe ağacına bir tıkırdatma envaında yapılan vuruşların ürkekliğinde beslemenin içini bunaltan tedirginliği hissedebiliyordum. “Gel!” diye seslendiğimde kapı aynı uyuşuklukla yavaş yavaş aralandı. Senelerden beri benimle ilgilenen Yemenli bir genç kız başını usulca içeri uzatarak memleketine özgü yoğun aksanıyla, “Efendim, zevceniz Lâmiâ Hanımefendi geldiler.” diye fısıldayabildi. Genç kızın bu sözleri başıma kaynar sular mukabilinde döküldü. Zaten zor çıkan sesim iyice kesildi. Gözlerimi Kanlıca’ya çevirerek, “Buyursun!” diyebilme kuvvetini kendimde zor buldum.

Ah, Lâmiâ… Bazı kadınlar giyinip kuşandıklarında güzel olurlar, Lâmiâ her daim güzeldi. İsmini göğsünde bir krizantem gibi taşırmışçasına etrafına ışıklar saçardı. Büyücek kömür gözleri baktığında insanın kalbini bir mengene misaliyle sıkıp un ufak ederdi. Aslında fani aşka heves beslemek hiç âdetim değil… Yalnız, onun cennet çehresinde bir aşk nigâhı arardım! Zalim bir kadının sevgisine ve ilgisine muhtaç yaşamak, yürüyen bir cesetten farksız olmakmış zannederim. Mütehakkim bakışlarında bir lisan vardı ki, hep “Sen benim esirimsin, yaşıyorsun benimle, benden umarak… Hasta vücudunun ümidi benim nefesim.” diyor sanırdım. Bunu gözlerinden okuyabiliyordum, yalnız bir kere karşıma oturup bunları söylese belki de huzurlu olacaktım.

Bundan yirmi sene evvel tanıştık. Ben o sıralar Sultanî’yi yeni bitirmiştim. İyi tahsilliydim, lisanım vardı. Babamın tanıdıkları sayesinde Düyûn-ı Umûmiyye İdaresi’nde pekiyi getirisi olan bir memurluk işine yerleştirildim. İşe girmemde yardımcı olan Hâlid Reşid Efendi -bilmem neden- beni pek severdi, kendi oğlu gibi sayardı. O zamanlar daha on üç yaşında olan Lâmiâ’yı bana vermeyi uygun gördü. Daha ne olduğunu idrak edemeden kendimi bir kız isteme, evlenme tufanı içerisinde buluverdim. Esasen ben de evlenmek istiyordum. Validemin kucağına bir torun vermek, yüzü bir ay parçası gibi parlayacak oğlumun gelecekteki başarılarıyla mağrur olmak isterdim, kim istemezdi ki? Ben de bu hayırlı işin sarhoşluğuna kapılmış olacağım ki, kendimi bir çırpıda Lâmiâ ile sadece ikimizin olduğu bir odaya kapatılmış buldum.

            Şu daha kadın bile denemeyecek genç kızın duvağını kaldırdığım ilk ânı bilmem nasıl anlatacağım? Gözlerinde kurumuş yaşlar vardı. Dudakları fazla gerilmiş birer yay kirişi gibi titriyordu. İlk başta sadece yere bakıyordu. Daha sonra ise korkmuş yüzümden cesaret bulmuş olacak ki, gözlerini kaldırdı. Duvağını kendi elleriyle çözdü. Konuşmaya çalışmak istedim, o zaman ufak parmaklarını dudaklarıma dayadı, “Hamdi Bey, beni güzel buluyor musunuz?” diye sual etti. On üç yaşındaki genç bir kızın bu sorusuna şaşırıp kalmıştım. Sadece başımı onaylarcasına sallamakla yetinebildim. İlk kez gülümsedi. Parmaklarının ucuna yükselerek dudaklarıma bir öpücük iliştirmek istedi ki… Aman Yarabbi! Fesimi yatağa savuruşumla odadan çardağa fırlayışım bir oldu. Yüreğimde hissettiğim ağırlığın tarifini kelimelere dökemiyorum. O kordan yaratılmış dudakların bana samimiyetle gülümseyişi içimden bir parçayı kopardı. Bir taraftan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir taraftan tabakadan sigaraları çıkarmaya, bunları yere düşürdükten sonra da toparlamaya çalışıyordum ki köşkün kapısı arkamdan gürültüyle açıldı. Şu küçük nâtüvân kız, eteklerini çekiştirerek ardımdan koşuyordu. Bir diğer elinde üzerinden tozlarını beceriksizce silktiği fesim vardı.
— “İyi misiniz? Niçin benden kaçıyorsunuz?” diye sordu. Sesinin şimdi her zamankinden daha çok titrediğini anlayabiliyordum.  — “Yoksa… Yoksa beni boşayacak mısınız?” diye içini çekti. Bunu söylemesiyle birlikte saklamaya çalıştığım hıçkırıklarımı tutamadım… Eyvah! Ağladığımı anlayınca iyice yanıma sokuldu, başını hafifçe eğerek gözlerime süzdü, “Beyim, yoksa ağlıyor musunuz?” diyerek kalbime son darbesini vurdu.
            Ağlıyordum ya! Hem ne ağlamak… Sanki o güne kadar hiçbir şeye gözlerimin çeşmesi açılmamış da içimi şimdi tümüyle döküyormuş gibiydim. Dudaklarıma asılı kalmış, külü kendisinden uzun sigaraya sarılarak hüngür hüngür ağlıyordum!
            — “Beni sevmediniz değil mi? Sizin şair ruhlu bir adam olduğunuzdan bahsetmişlerdi. Bende o şiiri göremediniz!” demişti elleriyle ağzını gizleyerek. Sanki onu duymamış olmamı istiyor, ters bir şey söyleyeceğimden çekiniyordu.
             — “Elbette, elbette sevdim!” diyordum, bu Lâmiâ’ya ettiğim ilk sözlerdi. “Elbette sevdim! Yalnız… Duvağını kaldırdığımda ağlıyordun!” diye bir feryat koparabildim. O daha çocuktu, yirmi senelik bünyemle ben daha ziyade çocuktum.
             — Öyle desenize… Ben karşıma çirkin, budala bir herif çıkmasından korkuyordum. Yalnız, siz öyle değilsiniz… Sizin narin bir yüzünüz, gülümseyen gözleriniz var… Ağladığım için mi buraya gelmek, benden uzaklaşmak istediniz?
             Daha evvel böyle bir çocuğu ne görmüş, ne duymuştum. Erişkin bir kadın edasıyle konuşuyor, hatta neredeyse benimle cilveleşiyor zannediyordum. Ciğerime dolan sigara dumanının sertliğinden bir cesaret bularak, “Beni gördüğüne mutlu oldun mu yani?” diye sordum.
             — “Hâliyle mutlu oldum! Sizin tabiatiniz, duruşunuz dahi bana ceridelerde gördüğüm ozanları, mürebbiyelerin anlattığı beyefendileri hatırlatıyor!” dedi. Bunları söylerken heyecanını saklayamıyor, yaz ortasında üşüyordu. Duvağından artık firar etmiş ipekten kumral saçları, hafif akşam melteminin esintisiyle tepemizdeki üzüm bağlarının yapraklarına dolanıyor gibiydi. Cesaret bu ya, ellerinden sıkıca tuttum.
             — “O hâlde sana iyi bir sevgili olacağım, seni hep seveceğim, Lâmiâ!” diyerek içimdeki son tuğyan feveranını da boşaltmış oluyordum. “Üşüyor olmayasın? Titriyorsun, odaya çıkmak ister misin?” diye sorduğumda “Ne bekliyoruz?” dercesine tebessüm etti.

Aman Yarabbi! İşte, şimdi koluma girmiş genç kız zevcemle odaya doğru çıkıyorduk. Tırmandığımız iki kat merdiven bana sanki iki yüzmüş gibi geldi. “Beni burada bırakıp kaçacaksınız zannettim!” diye kıkırdadı üstüne. Ne şuh, sanki bir çocuk değil, melek!
            Odaya vardığımızda fesimi ve ceketimi bırakmak için askıya dönmüştüm ki Lâmiâ’nın soyunarak yatağa uzanmaya acele ettiğini gördüm. Boğazımda bir yumru düğümlendi. “Lâmiâ… Bu gecelik, en azından şimdi için böyle kalsan?” diyebildim. Ellerini hafif hafif dizlerine vurdu, sanki benimle alay edermiş gibi bir de üstüne “Nasıl isterseniz, beyim!” diyerek yeldirmesine uzandı. Şimdi daha rahat hissediyordum. Gözlerimdeki buluttan perde yavaş yavaş çözüldü. Saat gecenin üçüne geldiğinde biz hâlâ bazı bazı şeylere katıla katıla gülüyor, sohbet ediyorduk. Nihâyetinde aklıma güzel bir neşide okumak geldi. İnsan zevcesine şiirler okur, değil mi? O karşımdaki yatakta oturuyordu, ben de zeytin yeşili çuhadan koltuğumda idim. Biraz tereddüt ederek, “Senin için sevdiğim şiirlerden birini okumamı ister misin, Lâmiâ?” diye sual ettim. Bir anda yerinden zıplayıverdi, “Hiç sormayacaksınız sanmıştım!” diye bir çığlık kopardı.
            Hemen yanımdaki kitaplığa uzanarak bir Mekteb ceridesini kaptığım gibi belimi düzelttim. Boğazımı temizleyerek en sevdiğim şiirlerden birinin sayfasını açtım. Lâmiâ’nın heyecanla bekleyen gözlerine “Bakalım bunu bilebilecek misin, seni çokbilmiş kız?” edasıyle bir bakış fırlatarak okumaya başladım. Son benti okuyana kadar gözümün önünden tüm dünyalar geçti sanıyorum…

“Müreccahtır şu levh-i gam-fezâ elvâh-ı mehtaba
Zalâm u mu`tesif varmış firâş-ı zülde hep hâba
Hayâletler, şu ebr-i hevl-perver sanki mihraba
Hazînâne iner gözyaşları mecrâ-yı ehdâba
Yazık çeşmânımı, vicdânımı ibkâ eder bir kız!”

           Bentleri bir tür dinî ayindeymiş gibi huşû içinde dinleyen Lâmiâ, en sonunda yerinden fırlayarak dizlerimin dibine kadar sokuldu ve şuh sesiyle tekrar terennüm etti, “Sizin hakkınızda doğru diyorlarmış, Hamdi Bey, siz bir şairsiniz! Yoksa Cenâb Bey’in ‘Bir Kabristanı Temâşâ’sını nereden bileceksiniz? Siz şairsiniz!” diyerek bir nazlı bir kediyi andıran cemaliyle kucağıma hoplayıverdi…

            İşte, o günün üzerinden neredeyse yirmi sene geçti. Lâmiâ ile birbirlerinden koparılsa ağlamaktan ölecek kırlangıçlar gibiydik. Taş kalpliler şenlik ve huzur içindeyken samimi ruhların sürekli hor görülmesi ne kadar acıdır! Onu elbette hâlâ ilk gün sevdiğim kadar seviyorum. Şu müteverrim bedeni ölümüne terk ettiği için ona kızmakta kendime hak veremiyorum… O bana şairliğimle âşık olmuştu. İlk ve tek oğlunu bu muhlis ve samimi ruhun kanından doğurdu. Beni sevmeye ve hiç hastalığa kapılmamışım gibi övmeye, iyileşmem için Allah’a her gün dua etmeye bir sene durmadan devam etti; yalnız ben mendebur ve çekilmez bir adam olana dek… En sonunda daha ziyade dayanamamış olacak, Beyoğlu’ndaki bir kitap dükkânında Frenk bir adamla tanıştığını aylar sonra öğrendim. Asıl kanıma giren aldatılmış olmak, hasta yatağımda tek başıma bırakılmış olmak değil; artık benim ruhumun mukabilinden bir ruhu hissedemeyecek olmaktı. Artık Lâmiâ sabahlığının içerisinde yatağımın ucuna oturup, terennüm eyleyen sesiyle bana sevdiğimiz neşideleri okumayacaktı. Beraber tükettiğimiz yemyeşil, taze korularda -artık gezebilecek hâle gelirsem dahi- yalnız gezecektim. Sadece onu değil, herkesi kendimden bezdirmişim. Sürekli homurdanıyor, hiçbir şeyden memnun olmuyordum. Önüme getirilen çorbayı dahi sırf bir şeyler yapmış olmak için halılara deviriyordum. Memur arkadaşlarım ziyaretlerini yavaş yavaş olmak itibariyle nihayetinde tümüyle kestiler. Lakin elimde değildi ki… Tüm suçun, her şeyi mahvetmiş olmak boyunduruğunun benim sırtıma yüklü olmasını dilerdim. O vakit hatalarım için sorumluluk almak çok daha kolay olurdu. Fakat şu lanet hastalık, ah şu kahrolası hastalık! Benim gövdemi kemirip bitirdiği gibi çocuğumun annesini de kollarımdan söküp kopardı. Beni her geçen gün dünya cennetine daha derinden düşman etti.

            Yemenli beslemenin gidişiyle odanın kapısı ardına kadar açıldı. Onun koynunun şekerli ıtırının,  bir kabri andıran odama gizemli şark memleketlerinin en müstesna, en büyülü esansları gibi dolduğunu hissedebiliyordum. Kapıdan içeri doğru süzülen mor ipekten yeldirmeyi, ufak potinleri izlerken gözlerimi devirerek ancak “Neden geldin?” diyebildim. Bana hiç aldırmadı. Koluna sarılı bez çantayı minderin üzerine bırakarak yatağımın uzak ucundaki sandalyeye oturdu. Gözlerini bir perde misaliyle örten tüllü başlığını çıkararak ayaklarımın ucuna bıraktı. Ellerini bu başlığın üzerinde birleştirerek yine yirmi sene evvelki o şuhlukla, o letafetli nigâhla gözlerimin içine aktı.
             — Hamdi, beni boşamanı istiyorum, diyordu.
            Melâlimden yalnız çarşafları sıkabiliyordum. Boğazıma dolan hırıltıya aldırmayarak, “Sen beni o ecnebi için terk ettiğin gün zaten boşamadın mı Lâmiâ?” dedim, bu bir cümleden ziyade kanlı bir istifra gibiydi. Başlığını koparırcasına çekiştirmesini ve sıtmalıymış gibi asabının parçalanışını birkaç saniye kadar seyrettim. “Onunla Fransa’ya mı gideceksin yoksa?” diye sorduğumda yerinden bir hamleyle fırlayarak kitaplığa doğru döndü. “Hâlâ Coppée’i sever misin yoksa Musset mi okuyayım istersin?” diyerek kitapları karıştırmaya başladı. Sırtımdaki yastığa dayanarak, sanki önüne atılacak kemiği bekleyen bir köpek gibi yatağımda doğruldum.
            — Coppée olsun, rica ederim.
            — “Nasıl arzu edersen…” diyerek kucağına aldığı tozlu kitapla birlikte başucuma doğru oturdu. Sanki hatim ettiği fakat uzun vakittir okumadığı bir kitabı eline almış gibi önce yaldızlı cildi süzerek tereddüt etti. Yine de yirmi senelik bir sevginin son tözlerini taşıyan bu kitabın içinden bir şiiri, daha önceden eliyle koymuş gibi buluverdi. Görebiliyordum, onun da çehresinde uzun süredir görülmemiş bir dosta rast gelmişliğin buruk kıvancı vardı. “Bunu pek seversin.” diye fısıldadı.

“Quand de la divine enfant de Norvège,
Tout tremblant d'amour, j'osai m'approcher,
Il tombait alors des flocons de neige.
Comme un martinet revole au clocher,
Quand je la revis, plein d'ardeurs plus fortes,
Il tombait alors des fleurs de pêcher.
Ah! je te maudis, exil qui l'emportes
Et me veux du coeur l'espoir arracher!
Il ne tombe plus que des feuilles mortes.”


            O okudukça benim gözlerimin pınarları sanki ömürlük bir uykudan uyanmış gibi açılmaya başlıyordu. Ağladığımı belli etmemek için karşı duvardaki replika Jan Vermeer tablosuna sanki bir sırrı seyrediyor gibi dikkatle bakmaya gayret ediyordum. Neşide nihayete erdiğinde kitabın kapağı sertçe kapandı, Lâmiâ’nın dizlerinden yuvarlanarak yere kapaklandı.
            Her daim titreyen sol elimin üzerinde uzun vakittir ilk defa sıcak bir şeyin aktığını hissediyordum... Lâmiâ’nın gözyaşları… Ufak başını damarları kabarmış elimin üzerine bırakarak sessiz sessiz ağlıyordu. İşte, onun da ruhu benimkiyle birdi. Karşısında yavaş yavaş, içinde gezen humma ile günden güne zehirlenen zevcini seyrettikçe, dişi kırlangıç da üzerine yağan sevda ateşiyle haşlanıyor, o da kanını zehirleyecek başka bir maraz arıyordu… Değil mi?
            — “Lâmiâ Hanım, beni güzel buluyor musunuz?” diye var gücümle seslendim. Artık dudaklarımı ısıramıyor, gözlerimden boşanan giryeleri tutmak için çaba sarf etmiyordum…
            Lâmiâ’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Başını titreyen elimden kaldırdı ve inip kalkan göğsünü elleriyle tutarak gözlerime buhranlı bir ciddiyetle baktı. “Ne? Ne diyorsun?” serzenişleri, dudaklarının arasından son bir el sallayışın yarattığı yel mukabilinde, hafifçe süzüldü.
            — “Yoksa… Yoksa beni boşayacak mısınız?” diye feryat ettim. Şimdi sanki gözlerimin önünde sisten bir perde çekiliyor, ne dediğimi dahi ben murakabe edemiyordum. Lâmiâ ise bana sanki ona eziyet ediyormuşum gibi bakıyor, belki hoş bir sohbet ve vedalaşma ümidiyle geldiği bu odadan artık fırlayarak çıkmak istiyor gibiydi. Kirpikleri sırılsıklam olmuştu. Yüzündeki akmış tüm boyalar, renkleri birbirine karışmış bir tirâje cümbüşünü andırıyordu.
            Kendimi yatakta sallayarak iyice onun dizine doğru sokuldum. Yüreğim sanki beni gammazlamak istemişçesine -bir Poe hikâyesinden fırlamış gibi- gürültüyle çarpıyordu. Başını eğmiş Lâmiâ’nın çehresini zoraki bir gülümsemeyle süzerken, “Hanımım, yoksa ağlıyor musunuz?” diyordum.
            Lâmiâ sanki şeytan görmüşçesine kendini yataktan aşağı bırakıverdi. Tutunduğu sandalye kendisiyle birlikte yatağın yanındaki sehpayı da devirmişti.
            — “Sus! Sus! Sus artık!” diye gürledi.
            Onun bu hâline şaşırmış gibi davranarak “İyi misiniz? Niçin benden kaçıyorsunuz?” diye sual ettim. Boğazımda artık konuşmaya derman kalmamıştı. Cümlemin son kelimelerini fısıldarken beni her zamanki durmak bilmez öksürüklerden biri tuttu. Sadece boğazım yanıyordu değil, her öksürüğümde yüreğimden başka bir parça kopuyordu!
            Lâmiâ saçlarını avuç avuç söküyor, bir söz daha edersem canımı veremden önce alacak kör bir cellat misaliyle kırık hâlimi dehşet içinde temaşa ediyordu. Gözlerim bir daha açılmamak üzere kapanırken son işittiğim şey ise Lâmiâ’nın kapıyı sanki karanlıklarda mahsur kalmış  bir kedi gibi tırmalayışı ve bütün köşkü ayağa kaldıran bağırışıydı…
            — Susturun, durdurun artık şu kahrolası hasta sesi!

17 Aralık 2017 Pazar

Harîm-i Rüyâ



Gel, ey ümîd-i perestîde, bir surûdunla
bugün melâl ü neşâtım tekarrür eyliyecek;
tekarrür eyliyecek refref-i vürûdunla
ümîd-i mes`adetim, ye`s-i mâtemim, bî-şekk...


Bu ıztırâb-ı tereddüdle mahvolurdum ben
hayâlin olmasa hâkim hayât-ı hulyâma;
tehayyülünle sükûn bulduğum zaman, bilsen,
ne müjdelerle gelirsin harîm-i rüyâma.


Dudaklarında yeşil, tâze, nazlı bir yaprak,
gelir sükûnla, konarsın yavaşça pencereme;
dudaklarımla o berk-i ümîdi ben kaparak
samîm-i rûhuma saklar, derim ki: «İncinme!»

Bu böyle kaç gece, kaç def`adır tekerrür eder;
dudaklarında gelen müjdeler, o yapraklar
samîm-i rûhuma bastetdi bir hadîka-i ter;
bu lâne şimdi yeşil, tâze bir emel saklar...


Gel, ey ümîd-i perestîde, bir nigâhınla
bugün melâl ü neşâtım tekarrür eyliyecek;
tekarrür eyliyecek refref-i cenâhınla
ümîd-i mes`adetim, ye`s-i mâtemim, bî-şekk!



17, XII, 2017

3 Haziran 2016 Cuma

La jetée


Şâir T.F.’den muktebes

Tam ucunda Bostancı sâhilindeki dalgakıranın,
elleri kavuşmuş iki sevdâlı uzanmıştır semâye;
birinin yüzünde ziyâ-i ahter, birinde nikâb-ı sâye.

Fakat ona sormalı, her gün niçin biraz daha yakın
saklar şu mecrûh, ilâhî yârini, için için cenâhında;
zîrâ bütün bir sergüzeşt-i inkisâr ağlar nigâhında.

30 Nisan 2016 Cumartesi

Evciğimizden


Bir vagon içinde, kavuşmuş, pür-halecân, sessiz;
temevvüc eden semânın a`mâkine dalmıştık biz.

Başım tam göğsünde, kalbinde idi. Her nefesin
beni yerimden zıplatır, âb-i rûha işler idi sesin.

Sonra bir evcik gördük kenârda, ne diyordun?..
Şu evcik bizim olsa!.. Yâ... Ne âmâl-i sâf-derûn!

İndik ilk durakta, hatırlarım, hep oraya yürüdük,
kalb-şiken sevdâmızı o evciğe berâber sürüdük!

Dedin:  Bizim olsa, bak pek güzelmiş, ne dersin?..
Dedim:  Onu bilmem, yalnız sen, sen güzelsin.

Tüm gün gezdik, yaylalarda evcik hayâli kurduk;
lâkin o hayâli yine biz, yine kendimiz soldurduk!

Bir bâd-ı peyem-res, pür-hânde ezhârı soldurdu!
Bir bâd-ı peyem-res, kalbimdeki nârı soldurdu!

Gittiğin o kollarda, dilerim ki pek mes`udsun sen,
evciğimizden ancak sana neşîdeler yazarım ben.

30, IV, 2016

26 Nisan 2016 Salı

Leyliye


Yalnız sâkit bir elhân... Ooh, hayâl-perverde
ihtizâz ediyor gibidir gürîhte bir âb-ı bârân;
bu mevce kapılır, haylaz, kaçarım hâbımdan.

Bak, aheng-i girye-feşân karşısında bir perde
uçuşmak istiyor gibi bâd-i bükâ ile sallanır;
zarar yok, o, bu levhâyı ne vakit görse tanır…

Masanın üzerinde, bakınız, bir iki eski risâle;
yanındaki sünbüller boyun eğmiş, solgun,
gelmez can vermek elinden kalb-i mazlûmun.

Böylece bakarım karşımdaki rûh-i tağdîle,
perdenin ardında râkid, bembeyâz bir deniz,
âgûşumda bir bebekmiş gibi sallanır, sessiz.

Âh, ey şikeste hayât! Ey, kalb-i elem-perverim!
Bırak saçlarınla sallansın, sallansın gene rüzgâr,
mâssetsin sûretini semâdan sızan yağmurlar!

Rûh-i perestişkârânem! Bak, artıyor kederim
temâşâ etdikçe kalbimdeki makber-i meyli,
böyle geçmekde, -yazık!- ömrümün her leyli!..

Peki mutmain mi vicdânın, ey, leyl-i serâir?
Yine dağılacak, süslenip sabâh olacaksın,
sen gitdikçe, âh, bu rûhu hangi emel sarsın?..

Bir semâ ki, hasret-i mâhımla mütegayyir...
İşte sabâh oluyor, karşımda o deryâ-ı sükûn;
mehtâb-ı zî-huzûr, sen niçin gülümsüyorsun?..

Frédéric François Chopin - 24 Préludes, Op. 28: No.15 in D Flat Major


26, IV, 2016

24 Nisan 2016 Pazar

Eshâr-ı Bahâr


Eshâr-ı bahârı seyrediniz… Hep şûh-ı mülevven!
Hep yeşil, dest-i hazândan girîzân yapraklar tâze,
beyaz bir güvercin zî-huzûr, mevkin-i lâlinden
                                 pür-neş`e başlar pervâze.

Bir tirâje-i münevver izler ufuktan, pür-handân
şu ezhâr-ı hayâtı… Güzelsin, ey hande-zen çiçek!
Yazık!.. Ezince pâyinde seni mengene-i hazân
                                nûrun müebbeden sönecek.

Evet, sönecek!.. Her çiçek için solmak mukadder…
Sen de söneceksin, emel gibi, ey gonce-i rengîn!
Lâkin ne zarar eğer pür-sâye örtülürse mezher?..
                                Sen solsan da güzelsin.

Solsan da güzelsin!.. Ey, seng-i mezâr-ı rûhum,
medfenimde saçılsa sünbülünden uçuşan ıtır
belki mesrûr olur penâh-ı sükûn-ı mecrûhum.
                                Nîsân kalbimde yaradır.

24, IV, 2016