Tanrı’nın bana bir cennet kucağı gibi açtığı yatakta,
beyazlığından denizköpüklerini andıran şu sıcak yatakta, en azından bir senedir
yatıyordum. Kırk senelik şu köhne vücudum için en umulmaz, en ince hastalığa
tutuldu diyenler, bana yalnız Boğaz havasının iyi geleceğine inanmışlardı.
Rumelihisarı’nın üzerinde kalan şu eve yerleştirilişim bana bakmakla yükümlü
olanlar için zahmetli, benim içinse faydasız oldu. Haşa! Elbette buradan
hazzetmedim demiyorum. Ufukta muhrik bir kızıllıkla süzülen Kanlıca’nın göğe
birer elmiş gibi uzanan servilerinin ruha temasını hissetmemek için narin
hassasiyetlerden yoksun olmak lazımdır. Yalnız, tecrübe etmiş olanlar iyi
bilirler ki, en yüksek hassasiyetler en hasta vücutlarda tezahür eder. İşte,
çürümeye yüz tutmuş vücutların taksiratı içindeki gençlik ateşini içememektir.
Bu bedenlerin cehennemi, günden güne moraran parmaklarını ve çekilen
tırnaklarını seyrederken içlerinden, hatta pek derinlerden yükselen “Ben hasta
değilim, bak, hava ne latif, kuşlar ne güzel!” çığlıklarını dinlemektir. Benim
içimde ise bir korodur, tükenmek bilmez bir fasıldır ki hiç susmuyordu!
Manastır
vitraylarını andıran penceremden karşısını iyi görüyordum. Burada havalar hep
güzeldir, bulutlar kapansa dahi çok kalmazlar. Sabahları pencereme kuşlar konar.
Bu kuşlar her seferinde yekdiğerinden farklıdır. Her biri başka bir memleketten
göç etmiş gibidir. Veremli çehremle alay edercesine neşeli, gürbüzce terennüm
ederler. Bazen olur ki önümden Karadeniz’e seyahat eden birkaç şalopa geçer,
bazen ise Haliç’e doğru sükûn içinde seyreden birkaç taka… Bunlara içimden hep
el sallamak, tayfalarını çardakta sohbete ağırlamak gelir. Ne yazık, birkaç
herifle sabaha kadar kadeh devirip muhabbet etmek ne mümkün? Eğer başımın ucuna
bıraktıkları su bardağını devirmezsem o gün kendimi şanslı addederim. Oysa
yegâne ömürlerini tuz, salamura ve köpükler içinde geçiren ve bundan meserret
duyan şu yağız adamların anlatacak ne öyküleri, paylaşacak ne anıları vardır!
Bilirim, hayatını maceradan maceraya atılarak geçirmiş böyle adamların tek
ihtiyacı onları saatlerce, sesini hiç çıkarmadan dinleyecek ve kendilerine
hayranlık besleyecek başka bir adamdır.
Bin
üç yüz yirmi dokuz senesinin bir bahar günüydü. Her zaman olduğu gibi dar
boğazdan geçen gemicikleri, tekneleri seyredip pencerenin bir kanadından
içeriye dolan hafif Marmara yelini ciğerlerime akıtıyordum. En sonra ise, öğlene
doğru, üzeri gülkurusu cibinlikli geniş bir tekneyi izliyordum. Haliç’ten
yukarı doğru geliyordu. Bu sırada, uzun vakittir gerçekleşmemiş bir hadise
cereyan etti. Tekne durgun suların üzerinde hafifçe sallanarak pruvasını buraya
doğru döndürdü. “İçindeki bir hanımefendi olsa gerek!” diye düşündüm. Teknenin
köşkün iskelesine yanaşması on dakikadan fazla sürmedi lakin bu on dakika bana
bir ömür gibi geliyordu. Teknenin içinde kimin olduğunu görmek için başımı
yataktan kaldırmaya çalıştım fakat yastıklardan sırtımdan kayıyor, misafirimin
kim olduğunu bir türlü göremiyordum. Teknenin küreklerini çeken adamlar
iskeleye aborda ettiklerinde koca bir halatı el incesine bağlayarak kıyıya
fırlattılar. Köşkün çalışanlarından olan Mahmut Efendi’nin, fırlatılan halatı
ermiş yaşına nispet edercesine bir atiklikle kapışı bahçedeki herkesi büyülemiş
gibiydi, kahkahalar ve tebrikler havada uçuştu. Yalnız tekne iskeleye tamıyla
yanaşmasıyla içinden hoş giyimli bir kadın inince herkesin suratını kesif bir
soğukluk süpürdü. Bazı mürebbiyelerin penceremden bana doğru baktıklarını
hissedebiliyordum. Ruhumu derin bir heyecan ve titreme kaplamıştı. Sıtmaya
tutulmuş gibiydim. Yine de dingin kalmaya çalışarak gözlerimi kapadım ve
kapımın çalınacağı vakti beklemeye koyuldum.
Kapının
hafifçe çalınması birkaç dakikayı bulmadı. Meşe ağacına bir tıkırdatma envaında
yapılan vuruşların ürkekliğinde beslemenin içini bunaltan tedirginliği
hissedebiliyordum. “Gel!” diye seslendiğimde kapı aynı uyuşuklukla yavaş yavaş aralandı.
Senelerden beri benimle ilgilenen Yemenli bir genç kız başını usulca içeri
uzatarak memleketine özgü yoğun aksanıyla, “Efendim, zevceniz Lâmiâ Hanımefendi
geldiler.” diye fısıldayabildi. Genç kızın bu sözleri başıma kaynar sular
mukabilinde döküldü. Zaten zor çıkan sesim iyice kesildi. Gözlerimi Kanlıca’ya
çevirerek, “Buyursun!” diyebilme kuvvetini kendimde zor buldum.
Ah,
Lâmiâ… Bazı kadınlar giyinip kuşandıklarında güzel olurlar, Lâmiâ her daim
güzeldi. İsmini göğsünde bir krizantem gibi taşırmışçasına etrafına ışıklar
saçardı. Büyücek kömür gözleri baktığında insanın kalbini bir mengene misaliyle
sıkıp un ufak ederdi. Aslında fani aşka heves beslemek hiç âdetim değil…
Yalnız, onun cennet çehresinde bir aşk nigâhı arardım! Zalim bir kadının
sevgisine ve ilgisine muhtaç yaşamak, yürüyen bir cesetten farksız olmakmış
zannederim. Mütehakkim bakışlarında bir lisan vardı ki, hep “Sen benim
esirimsin, yaşıyorsun benimle, benden umarak… Hasta vücudunun ümidi benim
nefesim.” diyor sanırdım. Bunu gözlerinden okuyabiliyordum, yalnız bir kere
karşıma oturup bunları söylese belki de huzurlu olacaktım.
Bundan
yirmi sene evvel tanıştık. Ben o sıralar Sultanî’yi yeni bitirmiştim. İyi
tahsilliydim, lisanım vardı. Babamın tanıdıkları sayesinde Düyûn-ı Umûmiyye
İdaresi’nde pekiyi getirisi olan bir memurluk işine yerleştirildim. İşe girmemde
yardımcı olan Hâlid Reşid Efendi -bilmem neden- beni pek severdi, kendi oğlu
gibi sayardı. O zamanlar daha on üç yaşında olan Lâmiâ’yı bana vermeyi uygun
gördü. Daha ne olduğunu idrak edemeden kendimi bir kız isteme, evlenme tufanı
içerisinde buluverdim. Esasen ben de evlenmek istiyordum. Validemin kucağına
bir torun vermek, yüzü bir ay parçası gibi parlayacak oğlumun gelecekteki
başarılarıyla mağrur olmak isterdim, kim istemezdi ki? Ben de bu hayırlı işin
sarhoşluğuna kapılmış olacağım ki, kendimi bir çırpıda Lâmiâ ile sadece
ikimizin olduğu bir odaya kapatılmış buldum.
Şu daha kadın bile denemeyecek genç kızın duvağını
kaldırdığım ilk ânı bilmem nasıl anlatacağım? Gözlerinde kurumuş yaşlar vardı.
Dudakları fazla gerilmiş birer yay kirişi gibi titriyordu. İlk başta sadece
yere bakıyordu. Daha sonra ise korkmuş yüzümden cesaret bulmuş olacak ki,
gözlerini kaldırdı. Duvağını kendi elleriyle çözdü. Konuşmaya çalışmak istedim,
o zaman ufak parmaklarını dudaklarıma dayadı, “Hamdi Bey, beni güzel buluyor
musunuz?” diye sual etti. On üç yaşındaki genç bir kızın bu sorusuna şaşırıp
kalmıştım. Sadece başımı onaylarcasına sallamakla yetinebildim. İlk kez
gülümsedi. Parmaklarının ucuna yükselerek dudaklarıma bir öpücük iliştirmek
istedi ki… Aman Yarabbi! Fesimi yatağa savuruşumla odadan çardağa fırlayışım
bir oldu. Yüreğimde hissettiğim ağırlığın tarifini kelimelere dökemiyorum. O
kordan yaratılmış dudakların bana samimiyetle gülümseyişi içimden bir parçayı
kopardı. Bir taraftan hıçkıra hıçkıra ağlıyor, bir taraftan tabakadan
sigaraları çıkarmaya, bunları yere düşürdükten sonra da toparlamaya
çalışıyordum ki köşkün kapısı arkamdan gürültüyle açıldı. Şu küçük nâtüvân kız,
eteklerini çekiştirerek ardımdan koşuyordu. Bir diğer elinde üzerinden
tozlarını beceriksizce silktiği fesim vardı.
—
“İyi misiniz? Niçin benden kaçıyorsunuz?” diye sordu. Sesinin şimdi her
zamankinden daha çok titrediğini anlayabiliyordum. — “Yoksa… Yoksa beni
boşayacak mısınız?” diye içini çekti. Bunu söylemesiyle birlikte saklamaya
çalıştığım hıçkırıklarımı tutamadım… Eyvah! Ağladığımı anlayınca iyice yanıma
sokuldu, başını hafifçe eğerek gözlerime süzdü, “Beyim, yoksa ağlıyor musunuz?”
diyerek kalbime son darbesini vurdu.
Ağlıyordum ya! Hem ne ağlamak… Sanki o güne kadar hiçbir şeye gözlerimin çeşmesi açılmamış da içimi şimdi tümüyle döküyormuş gibiydim. Dudaklarıma asılı kalmış, külü kendisinden uzun sigaraya sarılarak hüngür hüngür ağlıyordum!
— “Beni sevmediniz değil mi? Sizin şair ruhlu bir adam olduğunuzdan bahsetmişlerdi. Bende o şiiri göremediniz!” demişti elleriyle ağzını gizleyerek. Sanki onu duymamış olmamı istiyor, ters bir şey söyleyeceğimden çekiniyordu.
— “Elbette, elbette sevdim!” diyordum, bu Lâmiâ’ya ettiğim ilk sözlerdi. “Elbette sevdim! Yalnız… Duvağını kaldırdığımda ağlıyordun!” diye bir feryat koparabildim. O daha çocuktu, yirmi senelik bünyemle ben daha ziyade çocuktum.
— Öyle desenize… Ben karşıma çirkin, budala bir herif çıkmasından korkuyordum. Yalnız, siz öyle değilsiniz… Sizin narin bir yüzünüz, gülümseyen gözleriniz var… Ağladığım için mi buraya gelmek, benden uzaklaşmak istediniz?
Daha evvel böyle bir çocuğu ne görmüş, ne duymuştum. Erişkin bir kadın edasıyle konuşuyor, hatta neredeyse benimle cilveleşiyor zannediyordum. Ciğerime dolan sigara dumanının sertliğinden bir cesaret bularak, “Beni gördüğüne mutlu oldun mu yani?” diye sordum.
— “Hâliyle mutlu oldum! Sizin tabiatiniz, duruşunuz dahi bana ceridelerde gördüğüm ozanları, mürebbiyelerin anlattığı beyefendileri hatırlatıyor!” dedi. Bunları söylerken heyecanını saklayamıyor, yaz ortasında üşüyordu. Duvağından artık firar etmiş ipekten kumral saçları, hafif akşam melteminin esintisiyle tepemizdeki üzüm bağlarının yapraklarına dolanıyor gibiydi. Cesaret bu ya, ellerinden sıkıca tuttum.
— “O hâlde sana iyi bir sevgili olacağım, seni hep seveceğim, Lâmiâ!” diyerek içimdeki son tuğyan feveranını da boşaltmış oluyordum. “Üşüyor olmayasın? Titriyorsun, odaya çıkmak ister misin?” diye sorduğumda “Ne bekliyoruz?” dercesine tebessüm etti.
Ağlıyordum ya! Hem ne ağlamak… Sanki o güne kadar hiçbir şeye gözlerimin çeşmesi açılmamış da içimi şimdi tümüyle döküyormuş gibiydim. Dudaklarıma asılı kalmış, külü kendisinden uzun sigaraya sarılarak hüngür hüngür ağlıyordum!
— “Beni sevmediniz değil mi? Sizin şair ruhlu bir adam olduğunuzdan bahsetmişlerdi. Bende o şiiri göremediniz!” demişti elleriyle ağzını gizleyerek. Sanki onu duymamış olmamı istiyor, ters bir şey söyleyeceğimden çekiniyordu.
— “Elbette, elbette sevdim!” diyordum, bu Lâmiâ’ya ettiğim ilk sözlerdi. “Elbette sevdim! Yalnız… Duvağını kaldırdığımda ağlıyordun!” diye bir feryat koparabildim. O daha çocuktu, yirmi senelik bünyemle ben daha ziyade çocuktum.
— Öyle desenize… Ben karşıma çirkin, budala bir herif çıkmasından korkuyordum. Yalnız, siz öyle değilsiniz… Sizin narin bir yüzünüz, gülümseyen gözleriniz var… Ağladığım için mi buraya gelmek, benden uzaklaşmak istediniz?
Daha evvel böyle bir çocuğu ne görmüş, ne duymuştum. Erişkin bir kadın edasıyle konuşuyor, hatta neredeyse benimle cilveleşiyor zannediyordum. Ciğerime dolan sigara dumanının sertliğinden bir cesaret bularak, “Beni gördüğüne mutlu oldun mu yani?” diye sordum.
— “Hâliyle mutlu oldum! Sizin tabiatiniz, duruşunuz dahi bana ceridelerde gördüğüm ozanları, mürebbiyelerin anlattığı beyefendileri hatırlatıyor!” dedi. Bunları söylerken heyecanını saklayamıyor, yaz ortasında üşüyordu. Duvağından artık firar etmiş ipekten kumral saçları, hafif akşam melteminin esintisiyle tepemizdeki üzüm bağlarının yapraklarına dolanıyor gibiydi. Cesaret bu ya, ellerinden sıkıca tuttum.
— “O hâlde sana iyi bir sevgili olacağım, seni hep seveceğim, Lâmiâ!” diyerek içimdeki son tuğyan feveranını da boşaltmış oluyordum. “Üşüyor olmayasın? Titriyorsun, odaya çıkmak ister misin?” diye sorduğumda “Ne bekliyoruz?” dercesine tebessüm etti.
Aman
Yarabbi! İşte, şimdi koluma girmiş genç kız zevcemle odaya doğru çıkıyorduk.
Tırmandığımız iki kat merdiven bana sanki iki yüzmüş gibi geldi. “Beni burada
bırakıp kaçacaksınız zannettim!” diye kıkırdadı üstüne. Ne şuh, sanki bir çocuk
değil, melek!
Odaya vardığımızda fesimi ve ceketimi bırakmak için askıya dönmüştüm ki Lâmiâ’nın soyunarak yatağa uzanmaya acele ettiğini gördüm. Boğazımda bir yumru düğümlendi. “Lâmiâ… Bu gecelik, en azından şimdi için böyle kalsan?” diyebildim. Ellerini hafif hafif dizlerine vurdu, sanki benimle alay edermiş gibi bir de üstüne “Nasıl isterseniz, beyim!” diyerek yeldirmesine uzandı. Şimdi daha rahat hissediyordum. Gözlerimdeki buluttan perde yavaş yavaş çözüldü. Saat gecenin üçüne geldiğinde biz hâlâ bazı bazı şeylere katıla katıla gülüyor, sohbet ediyorduk. Nihâyetinde aklıma güzel bir neşide okumak geldi. İnsan zevcesine şiirler okur, değil mi? O karşımdaki yatakta oturuyordu, ben de zeytin yeşili çuhadan koltuğumda idim. Biraz tereddüt ederek, “Senin için sevdiğim şiirlerden birini okumamı ister misin, Lâmiâ?” diye sual ettim. Bir anda yerinden zıplayıverdi, “Hiç sormayacaksınız sanmıştım!” diye bir çığlık kopardı.
Hemen yanımdaki kitaplığa uzanarak bir Mekteb ceridesini kaptığım gibi belimi düzelttim. Boğazımı temizleyerek en sevdiğim şiirlerden birinin sayfasını açtım. Lâmiâ’nın heyecanla bekleyen gözlerine “Bakalım bunu bilebilecek misin, seni çokbilmiş kız?” edasıyle bir bakış fırlatarak okumaya başladım. Son benti okuyana kadar gözümün önünden tüm dünyalar geçti sanıyorum…
Odaya vardığımızda fesimi ve ceketimi bırakmak için askıya dönmüştüm ki Lâmiâ’nın soyunarak yatağa uzanmaya acele ettiğini gördüm. Boğazımda bir yumru düğümlendi. “Lâmiâ… Bu gecelik, en azından şimdi için böyle kalsan?” diyebildim. Ellerini hafif hafif dizlerine vurdu, sanki benimle alay edermiş gibi bir de üstüne “Nasıl isterseniz, beyim!” diyerek yeldirmesine uzandı. Şimdi daha rahat hissediyordum. Gözlerimdeki buluttan perde yavaş yavaş çözüldü. Saat gecenin üçüne geldiğinde biz hâlâ bazı bazı şeylere katıla katıla gülüyor, sohbet ediyorduk. Nihâyetinde aklıma güzel bir neşide okumak geldi. İnsan zevcesine şiirler okur, değil mi? O karşımdaki yatakta oturuyordu, ben de zeytin yeşili çuhadan koltuğumda idim. Biraz tereddüt ederek, “Senin için sevdiğim şiirlerden birini okumamı ister misin, Lâmiâ?” diye sual ettim. Bir anda yerinden zıplayıverdi, “Hiç sormayacaksınız sanmıştım!” diye bir çığlık kopardı.
Hemen yanımdaki kitaplığa uzanarak bir Mekteb ceridesini kaptığım gibi belimi düzelttim. Boğazımı temizleyerek en sevdiğim şiirlerden birinin sayfasını açtım. Lâmiâ’nın heyecanla bekleyen gözlerine “Bakalım bunu bilebilecek misin, seni çokbilmiş kız?” edasıyle bir bakış fırlatarak okumaya başladım. Son benti okuyana kadar gözümün önünden tüm dünyalar geçti sanıyorum…
“Müreccahtır şu levh-i gam-fezâ
elvâh-ı mehtaba
Zalâm u mu`tesif varmış firâş-ı zülde hep hâba
Hayâletler, şu ebr-i hevl-perver sanki mihraba
Hazînâne iner gözyaşları mecrâ-yı ehdâba
Yazık çeşmânımı, vicdânımı ibkâ eder bir kız!”
Zalâm u mu`tesif varmış firâş-ı zülde hep hâba
Hayâletler, şu ebr-i hevl-perver sanki mihraba
Hazînâne iner gözyaşları mecrâ-yı ehdâba
Yazık çeşmânımı, vicdânımı ibkâ eder bir kız!”
Bentleri bir tür dinî ayindeymiş gibi huşû
içinde dinleyen Lâmiâ, en sonunda yerinden fırlayarak dizlerimin dibine kadar
sokuldu ve şuh sesiyle tekrar terennüm etti, “Sizin hakkınızda doğru
diyorlarmış, Hamdi Bey, siz bir şairsiniz! Yoksa Cenâb Bey’in ‘Bir Kabristanı
Temâşâ’sını nereden bileceksiniz? Siz şairsiniz!” diyerek bir nazlı bir kediyi
andıran cemaliyle kucağıma hoplayıverdi…
İşte, o günün üzerinden neredeyse yirmi sene geçti. Lâmiâ
ile birbirlerinden koparılsa ağlamaktan ölecek kırlangıçlar gibiydik. Taş
kalpliler şenlik ve huzur içindeyken samimi ruhların sürekli hor görülmesi ne
kadar acıdır! Onu elbette hâlâ ilk gün sevdiğim kadar seviyorum. Şu müteverrim
bedeni ölümüne terk ettiği için ona kızmakta kendime hak veremiyorum… O bana
şairliğimle âşık olmuştu. İlk ve tek oğlunu bu muhlis ve samimi ruhun kanından
doğurdu. Beni sevmeye ve hiç hastalığa kapılmamışım gibi övmeye, iyileşmem için
Allah’a her gün dua etmeye bir sene durmadan devam etti; yalnız ben mendebur ve
çekilmez bir adam olana dek… En sonunda daha ziyade dayanamamış olacak,
Beyoğlu’ndaki bir kitap dükkânında Frenk bir adamla tanıştığını aylar sonra
öğrendim. Asıl kanıma giren aldatılmış olmak, hasta yatağımda tek başıma
bırakılmış olmak değil; artık benim ruhumun mukabilinden bir ruhu
hissedemeyecek olmaktı. Artık Lâmiâ sabahlığının içerisinde yatağımın ucuna
oturup, terennüm eyleyen sesiyle bana sevdiğimiz neşideleri okumayacaktı.
Beraber tükettiğimiz yemyeşil, taze korularda -artık gezebilecek hâle gelirsem
dahi- yalnız gezecektim. Sadece onu değil, herkesi kendimden bezdirmişim.
Sürekli homurdanıyor, hiçbir şeyden memnun olmuyordum. Önüme getirilen çorbayı
dahi sırf bir şeyler yapmış olmak için halılara deviriyordum. Memur
arkadaşlarım ziyaretlerini yavaş yavaş olmak itibariyle nihayetinde tümüyle
kestiler. Lakin elimde değildi ki… Tüm suçun, her şeyi mahvetmiş olmak
boyunduruğunun benim sırtıma yüklü olmasını dilerdim. O vakit hatalarım için
sorumluluk almak çok daha kolay olurdu. Fakat şu lanet hastalık, ah şu
kahrolası hastalık! Benim gövdemi kemirip bitirdiği gibi çocuğumun annesini de
kollarımdan söküp kopardı. Beni her geçen gün dünya cennetine daha derinden
düşman etti.
Yemenli beslemenin gidişiyle odanın kapısı ardına kadar
açıldı. Onun koynunun şekerli ıtırının, bir kabri andıran odama gizemli şark
memleketlerinin en müstesna, en büyülü esansları gibi dolduğunu
hissedebiliyordum. Kapıdan içeri doğru süzülen mor ipekten yeldirmeyi, ufak
potinleri izlerken gözlerimi devirerek ancak “Neden geldin?” diyebildim. Bana
hiç aldırmadı. Koluna sarılı bez çantayı minderin üzerine bırakarak yatağımın
uzak ucundaki sandalyeye oturdu. Gözlerini bir perde misaliyle örten tüllü
başlığını çıkararak ayaklarımın ucuna bıraktı. Ellerini bu başlığın üzerinde birleştirerek
yine yirmi sene evvelki o şuhlukla, o letafetli nigâhla gözlerimin içine aktı.
— Hamdi, beni boşamanı istiyorum, diyordu.
Melâlimden yalnız çarşafları sıkabiliyordum. Boğazıma dolan hırıltıya aldırmayarak, “Sen beni o ecnebi için terk ettiğin gün zaten boşamadın mı Lâmiâ?” dedim, bu bir cümleden ziyade kanlı bir istifra gibiydi. Başlığını koparırcasına çekiştirmesini ve sıtmalıymış gibi asabının parçalanışını birkaç saniye kadar seyrettim. “Onunla Fransa’ya mı gideceksin yoksa?” diye sorduğumda yerinden bir hamleyle fırlayarak kitaplığa doğru döndü. “Hâlâ Coppée’i sever misin yoksa Musset mi okuyayım istersin?” diyerek kitapları karıştırmaya başladı. Sırtımdaki yastığa dayanarak, sanki önüne atılacak kemiği bekleyen bir köpek gibi yatağımda doğruldum.
— Coppée olsun, rica ederim.
— “Nasıl arzu edersen…” diyerek kucağına aldığı tozlu kitapla birlikte başucuma doğru oturdu. Sanki hatim ettiği fakat uzun vakittir okumadığı bir kitabı eline almış gibi önce yaldızlı cildi süzerek tereddüt etti. Yine de yirmi senelik bir sevginin son tözlerini taşıyan bu kitabın içinden bir şiiri, daha önceden eliyle koymuş gibi buluverdi. Görebiliyordum, onun da çehresinde uzun süredir görülmemiş bir dosta rast gelmişliğin buruk kıvancı vardı. “Bunu pek seversin.” diye fısıldadı.
— Hamdi, beni boşamanı istiyorum, diyordu.
Melâlimden yalnız çarşafları sıkabiliyordum. Boğazıma dolan hırıltıya aldırmayarak, “Sen beni o ecnebi için terk ettiğin gün zaten boşamadın mı Lâmiâ?” dedim, bu bir cümleden ziyade kanlı bir istifra gibiydi. Başlığını koparırcasına çekiştirmesini ve sıtmalıymış gibi asabının parçalanışını birkaç saniye kadar seyrettim. “Onunla Fransa’ya mı gideceksin yoksa?” diye sorduğumda yerinden bir hamleyle fırlayarak kitaplığa doğru döndü. “Hâlâ Coppée’i sever misin yoksa Musset mi okuyayım istersin?” diyerek kitapları karıştırmaya başladı. Sırtımdaki yastığa dayanarak, sanki önüne atılacak kemiği bekleyen bir köpek gibi yatağımda doğruldum.
— Coppée olsun, rica ederim.
— “Nasıl arzu edersen…” diyerek kucağına aldığı tozlu kitapla birlikte başucuma doğru oturdu. Sanki hatim ettiği fakat uzun vakittir okumadığı bir kitabı eline almış gibi önce yaldızlı cildi süzerek tereddüt etti. Yine de yirmi senelik bir sevginin son tözlerini taşıyan bu kitabın içinden bir şiiri, daha önceden eliyle koymuş gibi buluverdi. Görebiliyordum, onun da çehresinde uzun süredir görülmemiş bir dosta rast gelmişliğin buruk kıvancı vardı. “Bunu pek seversin.” diye fısıldadı.
“Quand de la divine enfant de
Norvège,
Tout tremblant d'amour, j'osai m'approcher,
Il tombait alors des flocons de neige.
Tout tremblant d'amour, j'osai m'approcher,
Il tombait alors des flocons de neige.
Comme un martinet revole au clocher,
Quand je la revis, plein d'ardeurs plus fortes,
Il tombait alors des fleurs de pêcher.
Quand je la revis, plein d'ardeurs plus fortes,
Il tombait alors des fleurs de pêcher.
Ah! je te maudis, exil qui l'emportes
Et me veux du coeur l'espoir arracher!
Il ne tombe plus que des feuilles mortes.”
Et me veux du coeur l'espoir arracher!
Il ne tombe plus que des feuilles mortes.”
O okudukça benim gözlerimin pınarları sanki ömürlük bir
uykudan uyanmış gibi açılmaya başlıyordu. Ağladığımı belli etmemek için karşı
duvardaki replika Jan Vermeer tablosuna sanki bir sırrı seyrediyor gibi
dikkatle bakmaya gayret ediyordum. Neşide nihayete erdiğinde kitabın kapağı
sertçe kapandı, Lâmiâ’nın dizlerinden yuvarlanarak yere kapaklandı.
Her daim titreyen sol elimin üzerinde uzun vakittir ilk defa sıcak bir şeyin aktığını hissediyordum... Lâmiâ’nın gözyaşları… Ufak başını damarları kabarmış elimin üzerine bırakarak sessiz sessiz ağlıyordu. İşte, onun da ruhu benimkiyle birdi. Karşısında yavaş yavaş, içinde gezen humma ile günden güne zehirlenen zevcini seyrettikçe, dişi kırlangıç da üzerine yağan sevda ateşiyle haşlanıyor, o da kanını zehirleyecek başka bir maraz arıyordu… Değil mi?
— “Lâmiâ Hanım, beni güzel buluyor musunuz?” diye var gücümle seslendim. Artık dudaklarımı ısıramıyor, gözlerimden boşanan giryeleri tutmak için çaba sarf etmiyordum…
Lâmiâ’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Başını titreyen elimden kaldırdı ve inip kalkan göğsünü elleriyle tutarak gözlerime buhranlı bir ciddiyetle baktı. “Ne? Ne diyorsun?” serzenişleri, dudaklarının arasından son bir el sallayışın yarattığı yel mukabilinde, hafifçe süzüldü.
— “Yoksa… Yoksa beni boşayacak mısınız?” diye feryat ettim. Şimdi sanki gözlerimin önünde sisten bir perde çekiliyor, ne dediğimi dahi ben murakabe edemiyordum. Lâmiâ ise bana sanki ona eziyet ediyormuşum gibi bakıyor, belki hoş bir sohbet ve vedalaşma ümidiyle geldiği bu odadan artık fırlayarak çıkmak istiyor gibiydi. Kirpikleri sırılsıklam olmuştu. Yüzündeki akmış tüm boyalar, renkleri birbirine karışmış bir tirâje cümbüşünü andırıyordu.
Kendimi yatakta sallayarak iyice onun dizine doğru sokuldum. Yüreğim sanki beni gammazlamak istemişçesine -bir Poe hikâyesinden fırlamış gibi- gürültüyle çarpıyordu. Başını eğmiş Lâmiâ’nın çehresini zoraki bir gülümsemeyle süzerken, “Hanımım, yoksa ağlıyor musunuz?” diyordum.
Lâmiâ sanki şeytan görmüşçesine kendini yataktan aşağı bırakıverdi. Tutunduğu sandalye kendisiyle birlikte yatağın yanındaki sehpayı da devirmişti.
— “Sus! Sus! Sus artık!” diye gürledi.
Onun bu hâline şaşırmış gibi davranarak “İyi misiniz? Niçin benden kaçıyorsunuz?” diye sual ettim. Boğazımda artık konuşmaya derman kalmamıştı. Cümlemin son kelimelerini fısıldarken beni her zamanki durmak bilmez öksürüklerden biri tuttu. Sadece boğazım yanıyordu değil, her öksürüğümde yüreğimden başka bir parça kopuyordu!
Lâmiâ saçlarını avuç avuç söküyor, bir söz daha edersem canımı veremden önce alacak kör bir cellat misaliyle kırık hâlimi dehşet içinde temaşa ediyordu. Gözlerim bir daha açılmamak üzere kapanırken son işittiğim şey ise Lâmiâ’nın kapıyı sanki karanlıklarda mahsur kalmış bir kedi gibi tırmalayışı ve bütün köşkü ayağa kaldıran bağırışıydı…
— Susturun, durdurun artık şu kahrolası hasta sesi!
Her daim titreyen sol elimin üzerinde uzun vakittir ilk defa sıcak bir şeyin aktığını hissediyordum... Lâmiâ’nın gözyaşları… Ufak başını damarları kabarmış elimin üzerine bırakarak sessiz sessiz ağlıyordu. İşte, onun da ruhu benimkiyle birdi. Karşısında yavaş yavaş, içinde gezen humma ile günden güne zehirlenen zevcini seyrettikçe, dişi kırlangıç da üzerine yağan sevda ateşiyle haşlanıyor, o da kanını zehirleyecek başka bir maraz arıyordu… Değil mi?
— “Lâmiâ Hanım, beni güzel buluyor musunuz?” diye var gücümle seslendim. Artık dudaklarımı ısıramıyor, gözlerimden boşanan giryeleri tutmak için çaba sarf etmiyordum…
Lâmiâ’nın gözleri fal taşı gibi açıldı. Başını titreyen elimden kaldırdı ve inip kalkan göğsünü elleriyle tutarak gözlerime buhranlı bir ciddiyetle baktı. “Ne? Ne diyorsun?” serzenişleri, dudaklarının arasından son bir el sallayışın yarattığı yel mukabilinde, hafifçe süzüldü.
— “Yoksa… Yoksa beni boşayacak mısınız?” diye feryat ettim. Şimdi sanki gözlerimin önünde sisten bir perde çekiliyor, ne dediğimi dahi ben murakabe edemiyordum. Lâmiâ ise bana sanki ona eziyet ediyormuşum gibi bakıyor, belki hoş bir sohbet ve vedalaşma ümidiyle geldiği bu odadan artık fırlayarak çıkmak istiyor gibiydi. Kirpikleri sırılsıklam olmuştu. Yüzündeki akmış tüm boyalar, renkleri birbirine karışmış bir tirâje cümbüşünü andırıyordu.
Kendimi yatakta sallayarak iyice onun dizine doğru sokuldum. Yüreğim sanki beni gammazlamak istemişçesine -bir Poe hikâyesinden fırlamış gibi- gürültüyle çarpıyordu. Başını eğmiş Lâmiâ’nın çehresini zoraki bir gülümsemeyle süzerken, “Hanımım, yoksa ağlıyor musunuz?” diyordum.
Lâmiâ sanki şeytan görmüşçesine kendini yataktan aşağı bırakıverdi. Tutunduğu sandalye kendisiyle birlikte yatağın yanındaki sehpayı da devirmişti.
— “Sus! Sus! Sus artık!” diye gürledi.
Onun bu hâline şaşırmış gibi davranarak “İyi misiniz? Niçin benden kaçıyorsunuz?” diye sual ettim. Boğazımda artık konuşmaya derman kalmamıştı. Cümlemin son kelimelerini fısıldarken beni her zamanki durmak bilmez öksürüklerden biri tuttu. Sadece boğazım yanıyordu değil, her öksürüğümde yüreğimden başka bir parça kopuyordu!
Lâmiâ saçlarını avuç avuç söküyor, bir söz daha edersem canımı veremden önce alacak kör bir cellat misaliyle kırık hâlimi dehşet içinde temaşa ediyordu. Gözlerim bir daha açılmamak üzere kapanırken son işittiğim şey ise Lâmiâ’nın kapıyı sanki karanlıklarda mahsur kalmış bir kedi gibi tırmalayışı ve bütün köşkü ayağa kaldıran bağırışıydı…
— Susturun, durdurun artık şu kahrolası hasta sesi!